Eski savaş esiri: Biz sistem için arızayız

Eski savaş esiri: Biz sistem için arızayız


1994 yılında PKK tarafından esir alınan ve 1996 yılında serbest bırakılan eski asker İbrahim Yaylalı, “Esir politikaları” konulu bir kitap hazırlığında. Yaylalı kitabında “komando” olma hayaliyle gittiği ordudan “antimilitarist ve savaş karşıtı” olarak dönüşünün hikayesini de anlatacak. Yaylalı, “Devletin kendi mekanizmasını sürdürmek için savaştırdığı insanlara hiçbir insani davranışı yok ve biz sistem için arızayız” diyor.

Haber Fotoları: 1 2
Orjinali İndir (Genişlik: 5184px, Yükseklik:3456px)
Etkin Haber Ajansı / 28 Mayıs 2012 Pazartesi, 11:42

İSTANBUL (Arzu Demir)- Samsun’un Bafra ilçesinde yaşayan İbrahim Yaylalı, 1994’te gönüllü olarak askere gitti. “Komando” olmak isteyen Yayla, acemi birliğini Isparta’da tamamladıktan sonra Mardin’in yolunu tuttu. Operasyonlara katıldı. İlk dağ deneyimini 25 günlük askerken Gabar’da yaşadı ve o gün yaralı halde PKK tarafından esir alındı. İki yıl esirliğin ardından, içinde eski milletvekili Fetullah Erbaş’ın da içinde olduğu bir heyet aracılığıyla serbest bırakıldı. Daha sonra hakkında “örgüt üyeliği” suçlamasıyla dava açılan Yaylalı, askeri cezaevinde aylarca işkence gördü. “Komando” olma hayaliyle gittiği ordudan “antimilitarist ve savaş karşıtı” biri olarak geri dönen Yaylalı, bugünlerde “esir politikaları” üzerine bir kitap hazırlığında.

Vicdani ret haftası etkinlikleri için İstanbul’a gelen İbrahim Yaylalı, esir politikalarından dağ günlerine değin geniş bir yelpazede ETHA’nın sorularını yanıtladı.

İstanbul’da Vicdani Ret Haftası etkinlikleri kapsamında siz de “Esir Politikaları” konulu bir konferans verdiniz. Esir politikalarının dünyada gelişimi nasıl oldu?

19. yüzyılın ortalarından itibaren çalışmalar başlıyor. Fransız burjuva devrimiyle beraber alınan esirlere bir takım haklar tanınıyor. Savaş alanının dışına çıkarılma, kötü muamele edilmeme ve bir takım medeni hakların tanınması söz konusu. Ancak hiçbir hak kayıt altına alınmıyor. Onu takip eden süreçlerde, Cenevre Sözleşmesi’nin ilk başlangıcı olan 1870’li yıllardan itibaren, savaşta mağdur olan insanların haklarıyla ilgili bazı çalışmalar yapılıyor. Oradan günümüze kadar savaş hukukunu düzenleyen 4 sözleşme oluşturuluyor. Bunlardan biri olan 3. sözleşme, tamamen esir haklarıyla ilgilidir. Sömürgeciliğin ve buna karşı direnişlerin gelişmesiyle beraber, iç savaş ve gerilla mücadelesi olgusu ortaya çıktı. İlk gerilla savaşı Amerikan savaşı olarak bilinir. Ama uluslararası alanda ele alınışı 1950’lerdir. Bununla birlikte Cenevre Sözleşmesi ek protokolü oluşturuldu. Bu sözleşme Türkiye ve Kürdistan’daki savaşın da hukuki boyutunu çizen bir sözleşmeydi.

Türkiye bu sözleşme ve ek protokollerden hangilerini kabul etti?

Türkiye, kendisini ilgilendirmeyen tüm sözleşmelere taraf oldu. 4 ana protokolü 30 Ocak 1953 yılında kabul etti. Ancak, 1977 yılında çıkarılan iki ek protokolü kabul etmiyor. Sebebi de, o protokollerdeki maddelerde gizli. Birinci ek protokol, savaş kurbanlarının korunmasıyla ilgilidir. Protokolün birinci maddesinin 4. paragrafında bu düzenleme “sömürge egemenliğine, işgale ve ırkçılığa karşı yapılan silahlı çatışmalarda geçerlidir” diyordu. 96. maddede ise, devlete karşı yapılan silahlı çatışma durumlarında protokol kanunlarını uygulama yetkisini kendi üzerine alıyor. İkincisi, “savaşanlar” kategorisi genişletiliyor. Buna göre, yasal savaşan olmamasına rağmen gerilla hareketleri de bu kategori içine alınıyor ve taraf haline getiriliyor. Esir alan devletler, esir düşen gerillalara da savaşanların sahip olduğu temel hakları tanımak zorunda.

GÖRÜŞMELERE EV SAHİPLİĞİ YAPAN DA KIZILAY
Türkiye bu düzenlemeyi kabul etmiş değil…

Türkiye, 1977 yılından bu yana bu protokolü kabul etmedi. İşin ilginç yanı, bu ek protokolün ilk taslağı 1965-1970’li yıllarda Türkiye’de görüşülüyor. Bu görüşmelere ev sahipliği yapan da Kızılay’dır. Kıbrıs işgali, darbeler ardından gelen modern Kürt hareketi. O gün, bugündür bu protokolü kabul etmiş değiller. Bu böyle olunca, o zaman ikili taraf olarak da bunu işletmeme yolunu seçiyor Türkiye. Ne tutsak aldığı PKK gerillalarına bunu uyguluyor, ne de kendi mensubu PKK’nin eline esir düştüğünde uyguluyor. Kendi askerini arayıp sormuyor. Bugüne kadar 11 kez esir alınması gerçekleşti. Devletin hepsinde de tek bir hareketi yok. İnsani olarak bile sormuyor. Tek bir girişimi yok. Bu da tamamen inkar üzerine kurulmuş bir cumhuriyet olmasından kaynaklıdır. Halkların, işçi sınıfının inkarına dayalıdır ve tamamen cinsiyetçidir. Türkiye, varolan uluslararası hukuku işletmemek için elinden geleni yapıyor. Biz de ondan nasibimizi aldık.

PKK BÜTÜN SÖZLEŞMELERİ UYGULADI
Esir alındığınızda PKK bahsettiğiniz sözleşmelerin tamamını uyguladı mı?

Kesinlikle uyguladı. PKK, 1995’de Cenevre Sözleşmesi’ni tanıdığını ilan etmişti. Daha sonra da aldıkları esirleri Kızılhaç’ın denetimine bırakmıştır. İlk olarak bizi savaş alanının dışına çıkarttılar. Bulunduğumuz kampa Kızılhaç davet edildi. Orada bulunduğumuz ve sağlık durumumuz tespit ettirilmiştir. Aile ile iletişime geçme durumuzla ilgili çalışmalar yürütülmüştür. Kızılhaç aracılığıyla ailelerimize mektup gönderdik. Normal yaşamımızı sürdürmemiz için gazete, televizyon gibi çeşitli iletişim araçlarına ulaşmamızı, koşulları ölçüsünde sağladılar. Kızılhaç’ın gelmesi bizi çok rahatlaşmıştır. Savaşta esir alınan gerillalar adli soruşturma için teslim edilmeden önce asker tarafından sorgulanırdı. Gerilla konuşmazsa işkence yapılırdı. Birçok zarar verilen gerillalar biliyorum, yaralılarına da ölülerine de. Bunu bilince, karşı tarafın da sana aynısını yapacağını sanıyorsun. Bu nedenle ilk zamanlarda korkmuştuk. Bir de aileden başlamak üzere eğitimde, bütün sosyal ilişkilerde bize verilen Kürtleri inkardı. İkincisi, “Var olan Kürt hareketi yabancılarla işbirliği yapar, acımasızdır. Sosyal bir hareket değildir. Terörize olmuş ve terörize eden bir harekettir”… Bunu öğrettiler bize. Doğal olarak esir düştüğümde de, “Öldürecekler ama nasıl öldürecekler?” düşüncesi vardı. Aslında bizim düşündüğümüz gibi olmayacağının belirtilerini daha ilk başında almıştık ancak 20 yıllık verili bir algı var. Seni bir kere modellemişler. Ben yaralı yakalanmıştım. Beni alan gerilla birliğinde başka bir yerde şehit düşmüş arkadaşları vardı. Ben de karşı taraftan askerdim. Onları izliyorum, bana hiçbir kötü davranış yok. Aynı şey TSK’da olmuş olsaydı, arkadaşlarımız ölmüş ve gerillayı da esir almış olsaydık, o gerillaya her türlü işkence yapılırdı. Ama sana bırakın kötü muameleyi, küçük bir kötü mimik bile yok. O anda dumura uğruyorsun.

GEÇİŞ YERİMİZİ TSK HAVANLA VURDU
Devlet ne yapıyordu o günlerde?

Benim telsizden PKK’nin eline geçtiğimi ordu haber alıyor. Geçiş yerimizi havanlarla vuruyorlar. Ailelerin artık baskısına dayanamayan CHP milletvekili Melda Onur, en sonunda İçişleri Bakanlığı’na bir soru önergesiyle, “1992’den beri PKK’nin elinde olduğu tahmin edilen askerler ile son olarak esir alınan 7 kişinin serbest bırakılması için ne yapıyorsunuz?” diye soruyor. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, “Gereğini yapmak için yer tespit etmeye çalışıyoruz” yanıtını veriyor. Düşünüyorum şimdi benim başıma geldiği gibi mi yer tespit edip, gerekeni yapacaklar? PKK’nin eline geçtiğimi bilen ordu, geçiş güzergahımızı bombalamıştı. Aynı devlet tavrı, Dağlıca taburundan alınan esirlerde de görüldü. Tabur Komutanı Onur Dirik, “Havanı onlara çevirmediğime pişman oldum” demişti. Devlet tavrı bu. Onun için ölememişsen ya da “gazi” olmamışsan akıbetin bu. Silopi’de de aynısı oldu. PKK elindeki esirleri çıkartırken, “Üzerimize gelmeyin, esirler ölebilir” uyarısında bulunurken, operasyonlar sürüyordu. Gerilla esirleri koruyamamış olsaydı, öldürüleceklerdi. 1990-1991’de esir alınan askerler, uluslararası kamuoyu oluşturulmadan bırakıldığında devlet tarafından öldürüldü ve “PKK öldürdü” diye yalan söylendi. Acaba böyle bir şey mi olacaktı? Devletin kendi mekanizmasını sürdürmek için savaştırdığı insanlara hiçbir insani davranışı yok.

RUM OLDUĞUM AÇIĞA ÇIKINCA…
Öldürme girişimi dışında devletin serbest bırakılmanız için hiçbir girişimi olmadı mı?

Bulunmadığı gibi engellemeleri de var. PKK, “Heyet oluşturun, askerleri vermek istiyoruz” diye çağrı yapıyor. Aileler, milletvekili Fetullah Erbaş’a gidiyor. Öncesinde başka bir sürü yere gidip geliyorlar. Bu arada ordu benim nüfusumu araştırmış ve Rum olduğum açığa çıkmış. Ailenin Ankara’da irtibat kurduğu subay, bunu aileme söylüyor, “Bu işin peşini bırakın. PKK’yı Rumlar, Ermeniler destekliyor. Sizin de Rum olduğunuz açığa çıktı. Bu işin peşini bırakın, başınıza iş alırsınız” diyor. Ailem tehdide mi yansın, kendilerini Türk olarak bilirken aslında Rum olduklarını öğrenmelerine mi yansınlar. Dehşete kapılıyorlar. Ben o savaşta ölmüş olsaydım, benim Rumluğum ortaya çıkmayacaktı, Türk olarak ölecektim. Örgüt yandaşı olmayacaktım. Ama ölmedim. Devletin nasıl bir savaş aygıtı olduğunu ve halkları nasıl karşı karşıya getirdiğini pratik olarak gördüğümde, hakkımda bir sürü şey söylendi. Örgüt yandaşlığımın ve Rumluğumun yanı sıra esrarkeş ilan edildim. O günlerde sigara bile içmiyordum, 30 yaşından sonra sigaraya başladım. Savaş ekonomi-politiğin egemenleri iktidarını nasıl pekiştirdiği çok iyi biliniyor. Çok komplike bir işlemi var ve bunu kaybetmek istemiyorlar. Biz onlar için arızayız.

Serbest bırakıldıktan sonra hakkında, Dağlıca esirlerine yapıldığı gibi dava açıldı mı?

Ramazan Yüce ile bizim davalarımız neredeyse aynı. Firar etmekten açılan dava önemsiz. Bir, birbuçuk senede bitti. Ramazan Yüce ile beni ortaklaştıran şey, “Kürt halkı vardır ve Kürt halkına karşı yürütülen savaş haksız bir savaştır” dedik. Ben tüm o şoven duygularla besleneceğim, Karadeniz’den çıkıp geleceğim, o savaş gerçekliğini iki senede yaptığı uygulamalardan fark edeceğim ya da Ramazan Yüce, 20 yıl halkının içinde kendi değerleri ile büyüyecek ve sen diyeceksin ki, “Varlığını inkar et”. “Kürt halkına yürütülen savaş iyidir” demesini ve kendisini inkar etmesini istediler. O bunu yapmadığı için cezalandırıldı. Ramazan’ın neyi görmesini bekliyorlardı ki! 40 yıldır orada modern bir Kürt hareketi var. 100 yıldır da Kürt halkının sömürgeciliğe karşı direnişi var. Kürt halkının Rönesansı yaşanıyor. Bunun içinde doğan ve büyüyen bir kişiden kendisini inkarı istendi. Ama olmadı. Ramazan Yüce’ye yapılan asla meşru değildir ve hemen bırakılması gerekiyor.

KALASI HER KALDIRDIKLARINDA…
Sizin hakkınızda açılan dava nasıl sonuçlandı?

“Örgüt üyeliği” suçlamasıyla yargılandım. 2003’de beraat ile sonuçlandı. 3 ay askeri cezaevinde tutuldum, her türlü işkenceye maruz kaldım. Bir heyet eşliğinde serbest bırakıldım. Medyada bir yandan terör estirilirken, bir yandan da süreci takip edenler de vardı. Böyle bir durumda bile kaba dayaktan, kalaslarla dövülmeye kadar bir çok işkenceye maruz kaldım. Bulunduğum yerde yurtsever bir asker kaçağı vardı. Ondan bilgi alıp devlete aktarmam istendi. Bunu kabul etmedim, göğüs kafesim kırılıncaya kadar dayak yedim. Kalası her kaldırdıklarında “vatan haini” diyorlardı. Benim da sağlam bir yapım var, her düştüğümde kalkıyordum.

Militarist sistemi sorgulaman ne zaman başladı? Askere gittin, çatışmalarda yer aldın, gerillalara neler yapıldığını gördün. O zamanlarda başlamış mıydı sorgulaman?

Tabi başlamıştı. Ölü gerillanın cesedinin önümüzde parçalanma seansları vardı. Savaşa motivasyon sağlamamız için cesedi önümüzde kesiyorlardı. Mide krampları geçirdim. Dayanamadım. Bu kez de “savaşın erkeği” anlayışını kullanıyorlardı, “Sen kız mısın? Nasıl erkeksin sen?” gibi sözlerle aşağılamaya çalışıyorlardı.

Bu bahsettiğiniz eğitim seansları nerede oldu?

Gabar’da. Biz Uludere’deydik. Dağcı Komando Birliği’ndeydim. Gezici birlikti. Birliğin merkezi Mardin’deydi. Gerillanın bulunduğu bölgelere gönderiliyorduk sürekli.

ÖZGÜRLÜK DAĞLARI İLE BULUŞMASAYDIM…
İsteyerek mi komando oldunuz?

Evet, isteyerek askere gittim ve isteyerek komando oldum.

O vahşetin içinde militarizmi ve savaşı sorgulamaya başlamışsın. Ama sorgulamayanlar da var. Daha da çelikleşerek savaşanlar, savaş makinesi olarak geri dönenler de var. Sizi sorgulamaya iten ne oldu?

(Gülerek) Özgürlük dağlarıyla buluşmasaydım, o dediğiniz tehlike benim için de vardı. Eğer seni çevreleyen, senin dünyanın sadece savaş üreten mekanizmanın içinde kalıp, savaş ve sonuçlarını yaşıyorsan, seni kendisi için en uçta savunucusu haline getirebiliyor. Sadece o vahşeti görmek yetmiyor. Çünkü bu mekanizma sadece askerlikle başlamıyor. Ordu bunu en üst seviyeye taşıyor, “adam ediyor”. Yani sistemin istediği insan modeli haline getiriyor. Annen kulağına, “Oğlum sen savaşa gideceksin, öleceksin” diye fısıldıyor. Okulda, “rap rap rap” yürütülerek, o mekanizmaya modellenmeye devam ediyor. Okul bitiyor, çeşitli ilişkilerin de aynı modele sokmaya çalışıyor. Örneğin sevgilin, “Sen adam olmadan ben seninle evlenmem” diyor. Baba da, modellemenin test merkezi olan orduda kendi durumunu test edinceye kadar “Ben senin sözlerini dikkate almam” diyor. Bu mekanizmanın dışına çıkılmaması için sistem her türlü aracı devreye sokabiliyor. Orda bir şeyi sorgulayabilmek için antitezini de görmeniz gerek.

Antitezini dağda mı gördünüz?

Antitezi dağa giden süreçtir. Oraya kadar birçok şey yaşadım ancak onların istedikleri gibi tepki vermedim. Ama bu itirazlarım bütüne ulaştıran bir şey değildi. Bütün resmi göremedim. Dağa çıkıyorsun, gerilla cesetlerine yapılanları görüyorsun. Bir anımı anlatayım. Gabar’dayız. Ordu yemek veriyor ama yetmiyor. Bize yasaklanan yurtsever köyler vardı. Gizlice bir gün o köylerden birine gittik, yemek almaya. Birgün gittik yaşlı amca vardı. Soluk soluğaydık, paniklediğimizi de gördü. Para karşılığında yemek almak istedik, “Oğul paraya gerek yok. Alın karnınızı doyurun” dedi. Yemeğe de davet etmişlerdi. Parayı zorla kabul ettirdik. Ama evin kapısında asılı yünlü çoraplar vardı, onları “soğuklar geliyor, ayaklarınızı korursunuz” diye bize hediye olarak vermişti amca. O köylülere karşı o kadar doldurulmuşken, yurtsever bir köye gidip böyle insani bir ilişki içine de girebiliyorsun örneğin.

O köyler neden yasaklanmıştı size?

Korucu olmayı ve PKK’ye karşı devlet ile tüm işbirliğini reddeden köylerdi. Onlardan etkileniriz diye, ilişki kurmamazı istemiyorlardı. Alternatif bir yer ya da düşünce ile senin karşı karşıya kalmanı ve kafanın karışmasını istemiyorlardı. Bir gün sonra köyde arama yapılacağı söylendi. Köye girdik. Bizden önce girenler kapıları kırıp, evleri dağıtmaya başlamış. Arkamızdan gelen birlik de bağları ve evleri yakmaya başlamıştı. O hengame içinde “Belki amcaya yardım ederim” düşüncesiyle evine gittim ama baktım ki amca oradan götürülmüş. Bir üzümün, bir bademin hatrına bakın. O davranış bile size bulunduğunuz anı sorgulatabiliyor. Bütünü olmasa bile anı sorgulatabiliyor. Bir anda çorapı gördüm, çorabın teki orada yanıyordu. Orada donup kaldım. Çavuşlar bağırınca kendime geldim. Ama orada nasıl bir şok yaşadığımı sadece ben bilirim. Bütünüyle ilişki kuramadığınız sürece, parça parça fark etmeler sizi özgürlüğe taşımıyor.

İZLEYEREK GERÇEKLERİN AYIRDINA VARDIK
Sorgulamanın tamama ermesi mümkün değildir de, teslim edildiğinde mi artık kendini antimilitarist ve savaş karşıtı olarak tanımlıyordun? Yoksa teslim olduktan sonra yaşadıkların, cezaevi süreci… Bunları da yaşadıktan sonra mı kendini tanımladın?

Bütünü… Yaralandım, tek başıma düştüm. Tepemdeki asker beni aramıyor bile. Bunu gördüm. Az önceki anlattığım çelişkileri yaşadım. Daha sonra gerilla seni alıyor ve onunla ilgili bildiğim her şey tuzla buz oluyor. Orada komünal, modern bir yaşam görüyorsun. Kendi içinde bir değerlendirme yapsan neyi seçersin? Yaşamını çekilmez kılan bir şeyi mi seçersin yoksa tüm var olan bu çarpıklıkları sorgulayan ve yeni yaşam nüvelerini ortaya koyan bir şeyi mi? Oradaki farklı yaşamı sadece izleyerek görüyorsun. Bizim ile ilgili eğitim çalışması talepleri hiçbir zaman olmadı. Kendi aralarında yapıyorlardı ama bize hiç teklif etmediler. Biz sadece izleyerek, gerçeklerin ayırdına vardık. Serbest bırakıldıktan sonra savaşın devam ettirilmesi için hakkımızda çok şey yazıldı. Sonra dava süreci ve işkenceler. Bütün bunların toplamından sistemin sorgulanmasına varıyorsun.

Bir kitap hazırlığı var.. Kitabın içeriği ne olacak?

Genel anlamıyla esir politikalarını sınıf politikalarından ayrılmayan bir yanı olduğunu, bunun sadece bu coğrafyaya dönük bir şey olmadığını, dünyada şu an hakim bir sistem olduğunu, sınıflı toplumun başından günümüze kadar sürdüğünü ve egemenlerin bundan rantlandığını göstermek. Oradan da kişisel deneyimlerimi, o çarpıklıkları anlatacağım. Bir insan bu kitabı aldığında sınıflı devlet mekanizmasının birçok mekanizmayı kullanarak bir insanı kendi politikaları için nasıl bir araç haline getirdiğini görecek.

Foto: Mürsel Çoban

Yorum bırakın