Ölümün soğukluğuna dokundum

‘Ölümün soğukluğuna dokundum’

‘Ölümün soğukluğuna dokundum’
“Bizim orda olduğumuz biline biline bombalanıyordu. Artık yavaş yavaş kafamızda şekillenen seni koruyan, senin için varolan bir gücün artık sana nasıl döndüğünü görüp kırılıyorsun…”

Bir gün bir zamanlar aynı mekanda kalmış bir asker ile bir gerilla İstanbul’un orta yerinde karşılaştığında ne olur? O asker bir de o vakitlerin esiri olsun! İlginç ve film gibi bir öykü bu kuşkusuz. İşte bir zamanların gerillası olan ben ve esir asker İbrahim Yaylalı’nın buluşması birazda böyle garip bir Türkiye öyküsü oldu. Ben ona on yıl önce sormak istediklerimi bugün sordum. O da on yıllık tazelikle tek tek anlattı. 1994’te PKK’ye esir düşen ve 1996’nın Aralığında Fethullah Erbaş ile Akın Birdal’ın öncülüğündeki bir heyetle Türkiye’ye iade edilenlerden İbrahim Yaylalı, yaşadıklarının kendini kırmak kadar büyüttüğüne inananlardan. Milliyetçi, askerlikten daha büyük değer tanımayan ve tüm bildik değerleri sorgusuz sahiplenen Karadenizli için her şey esir düştüğü gün değişmeye başlamış. İki yıllık zorunlu gerilladaki ikametinin ardından tüm kutsallarını da sorgulatmış. 1996’da Zap’tan ayrıldıkları gün ben soramadığım soruları sordum. O da yanıtladı… (…) Esir düşme hikayeniz nasıl başladı? Her şey çatışmada yaralandıktan 2 gün sonra Uludere’nin bir köyünde kalmamla başladı. Beni yakalayan da 14 yaşlarında küçük bir Guyi kızdı. Gerillanın dere yatağını iyi kullandığını bildiğim için dere yatağında kalmamaya çalışıyordum. Beni yakaladıklarında öldürürler diyordum. Yürümemi engelleyecek biçimde yaralanmıştım 2. günün akşamında yakınımda korucu sandığım birilerini gördüm. Küçücük bir kadın gerilla. Raxtı, silahı, bombası olan bir gerilla! Bize sürekli, gerilla yakaladığında öldürür ve üstelik işkence ederek öldürür, denilirdi. Kadınlar için de ‘yoz yaşamın parçası olarak ordalar’ deniliyordu. Benim ilk gördüğüm gerilla savaşçı kadın bir gerillaydı. Ben bir taraftan onun şokunu yaşıyordum, bir taraftan ele geçmesin diye silahı parçalıyordum. Tutumlar çok benziyor. Bahsettiğiniz kadın gerillayı daha sonra hiç gördünüz mü? Evet, beraber program bile yaptık. Eğer ayağım kötü olmasaydı muhtemelen onunla başedebilirdim. Çünkü küçücük bir kızdı. Adı Berivan’dı. İlk başta korku var, panik var, bir yandan da kendini kontrol ediyorsun. Asla korktuğunu belli etme tamam artık ölüm kapında diyorsun. Karadenizli olmamdan kaynaklı şiddettin içinde büyüdük. Yaşadığım yer olan Bafra’da ırkçılık yoğundur. Mahallelerde kendinizi korumak için kavgacı olmak, sert olmak zorundasınız. Hem bundan kaynaklı hem de Karadeniz de başka bir gelişme olmasın diye insanlar biçimlendirilip bölgeye, savaşın içine gönderiliyor. O şekillenmeden kaynaklı korkumu dışarıya göstermemeye çalışıyordum. Ama yüzüm bembeyazdı. Sonra beni alıp aşağıya götürdüler. Bu arada ben binbir şey düşünüyorum. Mesela yemek yemeli miyim diye düşünüyorum. Çünkü düşmanın yemeği yenilmez! Ah, bizde de ‘Düşmanın yemeği yenmezdi’. Reflekslerin bu denli benzer olması birbirini daha kolay anlamaya da yol açmıyor mu? Doğru. Ama benim geldiğim yerde makineleşme düzeyi daha çok iken yukardakilerde bunun az olduğunu farkettim. Gerillaların askerler tarafından alındığını da gördüm, nasıl davranıldığını da… Birisi savaşı kıyım olarak algılıyor, diğeri mevcudiyetini koruma mekanizması olarak ele alıyor… İnsan olgusu ile savaş içiçe girmiş. Yoksa düşünün o eylemde arkadaşları ölüyor, buna rağmen beni, yani bir askeri zarar vermeden alıyorlar. İlk günler ajan mıyım, asker miyim araştırmasını yaptılar. 20-30 gün sürdü bu süreç. Sonra halktan biri olduğum, er olduğum anlaşıldı. İlk günlerde sizi başka neler zorladı? Benim tutulduğum yere bir gün bir KDP’li getirdiler. Üstü başı dağınık, kanlı. Önce beni çözmek için yanıma getirdiklerini düşündüm. Sürekli ağlayıp, şarkı söylüyordu. Bu ne biçim şey diyordum; hem ağlıyor, hem şarkı söylüyor! Sonradan öğrendim ki meğer o ağıt yakıyormuş, şarkı değilmiş söylediği. Bu Kürt halkının kültürünü, folklorünü bilmediğimin göstergesiydi. Biz genelde Kürtlerle bir araya gelmemeyi seçiyoruz. Bafra’da Kürtler dışlanırdı. Ondan kaynaklı, işte bu insanlar kendilerini nasıl ifade ederler, ağlamaları nasıl olur, düğünleri nasıldır…vs. haklarında herhangi bir veriye sahip değildik. İşe yaramazlar, yaklaşılmaz diyorduk. Böyle olunca da doğal olarak ağıtı şarkı sanıyorum! Peki size kötü davrandılar mı? Hayır. Yani ben aslında hiç olumsuz yaklaşım görmedim. Beni getirirken bile çatışmada yaşamını yitirmiş bir gerilla vardı, beni onunla getirdiler. Benim karşımda savaşmış bir gerilla ölmüş, biz hep beraber gidiyoruz o durumdayken bile tepki gösteren, en azından gelip birkaç kelime konuşup tepki gösteren olmadı. Ayağımdan dolayı bir katıra bindirdiler. Giderken havadan bombalandık, her taraf toz duman olmuştu. Beni ‘Merhaba heval’ diye karşıladılar. İçime kapanmış durumdaydım, onları dinleyecek halde de değildim. Hâlâ ölümü bekleyen biriydim. Çünkü ondan kurtulmak için öncelikle gözlemlemem gerekiyor. Orda günden güne farkediyordum ki bir sosyal yaşam var, insanlar birbirleriyle diyalog halindeler, hiçbir küfür duymuyorsunuz birbirleriyle alay etmiyorlar. Sıradan bir asker olduğunuz anlaşılınca ne oldu? Bir yetkili geldi. ‘Sizin durumunuzda herhangi bir sakınca yok, halktan birisiniz, Türk halkına karşı herhangi bir ön yargımız yok. Bizim savaşımız resmi ideolojiye karşı’ demişti. Haftanin isimli kapmta 7 ay kadar kaldım. Bu sürede gerillaların da gayet insani olduklarını gördüm. Dokunduğunda hüzünleri olduğunu gördüm. Ağlamalarına, neşelerine, sıkıntılarını paylaşımlarına tanık oldum. O zamanda bize kötülük unsuru gibi gösterilenlerin aslında benden farklı olmadıklarını gördüm. Bunaldığımda saatlerce beni dinlediler. Üçüncü ayda telefonda ailelerimizle görüştük. Operasyon süreçlerinde ‘gideceğiz’ diye tuttursak da, tırmanan çatışmalar karşısında bunun olamayacağını da görüyorduk. Operasyonlarda çok tehlikeli durumlarla karşılaştınız mı? Gerillaların sizi korumak zorunda kaldıklarını hissettiniz mi? Tabii ki, mesela saldırı olduğunda ilk kurtaracaklar arasında yer alıyorduk. En ufak bir duyum alındığında ilk önce biz uzaklaştırılıyorduk. Bizim orda olduğumuz biline biline bombalanıyordu. Artık yavaş yavaş kafamızda şekillenen seni koruyan, senin için varolan bir gücün artık sana nasıl döndüğünü görüp kırılıyorsun. Düşünün istemediğiniz halde kazayla ele geçiyorsunuz, geldiğiniz yere özel değerler veriyorsunuz. Ordu zaten aklınızda çok kutsal bir değer ve uğruna mücadele ettiğin değerler gelip seni dağda vurmaya çalışıyor. O zaman da sorgusuz kabul ettiğiniz değerleri yavaş yavaş sorgulamaya başlıyorsunuz. Savaştığınız güç sizi koruyor, uğruna savaştığınız sizi vuruyor, ilginç değil mi? Evet. Ezici bir güvensizlik duygusu yaşıyorsunuz. Buraya döndükten sonra yaşadıklarım, mahkemede duyduğum küfürler, cezaevinde yaşadığım tartaklanmalar…vs. Her şey adım adım kendi ülkemde kendimi güvensiz hissetmeme yol açtı. Her an nerede bana nasıl bir saldırı gelecek yada kimler gelip bana yaşamı burada daraltacak beklentisine girdim. Esir düştüğümde ‘PKK bana ne yapacak?’ kaygısı yaşarken şimdi de ‘Türkiye bana ne yapacak?’ psikolojisine girdim. PKK’den zarar görmeyi beklerken bunu büyük değerler biçtiğim yerin yaptığına, tanık oluyordum. Musa Anter’in deyişiyle ben yaşadığım son on yılın hem mağduru, hem tanığı, hem de sanığıydım. DTP’nin barış şöleninde Kürt halkından özür dilediniz. Bunu biraz açar mısınız? Vicdan olarak hesaplaşmaydı benim ki… Orda insanların maruz bırakıldığı kötü durumdan payım olduğu gerçeğinden kaçamıyorum. Ne yaparsam yapayım vicdanen çok rahat değilim. Bilinsin ki ölüm her iki tarafta da soğuktur. Ben bulunduğum bölükte de dokundum ölüme, arkadaşının kucağında ölen gerillaya da dokundum. Ölümün her iki tarafta da soğuk olduğu, korkunun vicdanı kararttığı bilinse ve artık herkes kendi vicdanlarına bakma cesareti gösterse o zaman o yüzleşme gerçekleşir.
‘Sen ne biçim Karadenizlisin?’ Fethullah Erbaş, Akın Birdal onlar sizi almaya dağa geldiğinde neler hissettiniz? Heyet geldikten sonra Rıza Altun uzlaştıklarını, uluslararası kurumlarla bazı anlaşmalar yaptıklarını, bize herhangi bir şey olmayacağını söyleyince gruba katıldım. Biz sınırı geçer geçmez iki iri yarı adam koluma girip beni diğerlerinden ayırdı. Başka yere götüreceklerini söylediklerinde ben artık bana yol göründü demiştim. Yer göstermemi istediler… Bilmediğimi söyleyince başladılar küfretmeye. Oradan çıktım DGM’nin mahkeme salonuna gittim. Orhan Karadeniz vardı. ‘Sen ne biçim Karadenizlisin’ deyip o da küfürlü konuşmaya başladı. Sen niye ölmedin, öldürmedin diyordu. Ne yazık ki… Sonra elimi kelepçelediler. Bu değil ama hapishaneye götürüldüğümde o demir kapının dank diye kapanışını unutamıyorum. İçeriye girer girmez dayak faslı başladı. Orada her ne yaparsan yap saldırı gerekçesiydi. Asker kaçağı bir PKK’li vardı. Onunla konuşup bizimle paylaşacaksın dediler. Muhbir muamelesimi yaptılar? Tabii ben hemen avukatımı istedim. Sonra beni bir yere götürdüler. Yer ıslak, işkence yeri. Dövüp kaldırmaya başladılar. Sonra 15 gün boyu yatamadım. Revirde doktora da çıkarmadılar. O üç buçuk ayı anlatmanın bir yolu yok. Sonra örgüt üyeliğinden dava açtılar. Ancak mahkemede tahliye oldum. Bu defa başka bir sorun çıktı; beni nereye göndereceklerini bilemediler. 3 hafta öylesine Diyarbakır’da nezarethanede kaldım. Sonra askere gitmeme karar verdiler. Bir savaş birliğine Siirt’e götürdüler. 15 ay sonra da terhis oldum. Ama ne yaşadığımı bir ben bilirim. Mesela askerlikten sonra Bafra’ya gittim. Artık yavaş yavaş normale dönerim diyordum. Ama ilk önce ülkücü mafya ‘gelirsen ailenle seni öldürürüz’ tehditleri savurdu. Hiç değilse çalışıp hayatımı idame ettireyim dedim. Gittiğim her yerde ya atılmak zorunda kaldım ya da gittiğim yerleri rahatsız ettiler. Bakkalı, aileyi, mahalleyi herkesi rahatsız ediyorlardı. Mesela yanıma geleni hemen incelemeye tabii tutuyorlar. Arkadaşlarımı tehdit ediyorlar. YÜKSEL GENÇ GÜNDEM/İSTANBUL

Yorum bırakın